HTML

16 Mayıs 2015 Cumartesi

Rumelihisarı’ndaki Cami Yıkılıp Yerine Tiyatro Sahnesi Yapılmıştı

Fethin 562. yıldönümünün yaklaştığı şu günlerde Ebulfeth Camii’nin ihyası bir yandan Fatih’in emanetine sahip çıkıldığını gösterecek, öbür yandan da Yedikule’deki yetim kardeşinin yanık feryadını işitmemizi sağlayacaktır

Hak sahibine iade ediliyor
Yakınlara kadar tiyatro veya konser sahnesi olarak kullanılan alanda bir cami inşa edilmeyecek, yanlış biliyorsunuz. Yıllardır çığlıklarınızla bir caminin üzerinde kendinizden geçiyordunuz ve burası hukuk dışı yollarla zaptedilmişti. Şimdi Fetih’ten daha yaşlı olan bu kayıp caminin yerine yeni bir cami yapılıyor! Hepsi bu.
Az buçuk mevzuat okumuş olsaydınız cami yapılan yerin, hele bir vakıfsa kesinlikle başka bir amaçla kullanılamayacağını bilmeniz gerekirdi. Üstelik burası adıyla sanıyla bir vakıf. Kurucusu da Fatih Sultan Mehmed. Onu siz konser veresiniz veya oyun sahneleyesiniz diye yaptırmadı. Yalnızca 1950’lerden beri işgal altında tutulan, üzerinde çılgınca eğlenilen bu kutsal alan yine ecdadımızın arzusuna uyularak cami yaptırılıyor. Hak sahibine iade ediliyor.
Peki neden bu cami ürküntüsü? Neden bu ibadet fobisi? Geçmedi mi hâlâ ‘Aman barbarlar geliyor, bizi kesecekler’ paniği? Yeter artık. Bir zamanlar milletin değerlerini alaya alanların halinden de mi ibret almıyorsunuz?
İşin ilginç yanı, 1990’lardan beri caminin ihyası için defalarca girişimde bulunulup geri adım atılmış olması. 14 Ağustos 2006 tarihli “Cumhuriyet”te şunları okuyoruz:
“Rumelihisarı’ndaki Boğazkesen Camisi’nden geriye kalan yıkık minarenin restore edilmesi ve yeniden yapılması için Büyükşehir Belediyesi’nin açtığı röleve restorasyon ihalesinde son aşamaya gelindi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Boğazkesen Camisi’nin yeniden yapımı için açılan ihaleyi alan firma caminin aslına uygun rölevesini hazırlayarak Anıtlar Kurulu’na sunacak. Kurulun onaylaması halinde restorasyon çalışmalarına başlanacak. Büyükşehir Belediyesi 28 Haziran 2005’te de yazılı olarak sanatçıların platform olarak kullandıkları yerin cami alanı olduğunu ve platformun kaldırılması gerektiğini bildirmişti.”
5 gün sonra bu defa “Hürriyet”in haberi “Hisar’a cami tartışması” başlığını taşıyor. Habere göre arkeolog Erdem Yücel caminin yeniden yapımı için yeterli bilginin olmadığını söylemiş. Doç. Kemal Kutgün Eyüpgiller de onu desteklemiş; caminin özgün halini gösteren ‘hiçbir belge olmadığını’ iddia etmiş. Topkapı Müzesi Başkanı İlber Ortaylı ise şu görüşteymiş:
“Camisiz hisar olmaz. Yedikule’nin ortasında da cami var. Buranın orijinal halini rölöveyi üstlenen bulacak ve yapacaktır. Bulmanın çok zor olduğunu sanmıyorum. Benim neslim bu camiyi hatırlıyor.”
Ebu’l-Feth Camii, Fatih’in vakfı
2015’teyiz ve hâlâ tartışıyoruz. Neyi? Tek cümleyle: Caminin cami olup olmamasını…
Gelin biraz da hakkında hiçbir belge olmadığı söylenen caminin mazisine bakalım.
Fatih Sultan Mehmed’in Fetih’ten bir yıl önce inşasını emrettiği Rumelihisarı, kuşatmada kritik bir rol üstlenmiş, ilk şehitler de hisarın arkasındaki sırtta bulunan bir zamanların Nafi Baba Tekkesi’nin olduğu yere (Dua Tepesi) defnedilmiştir (“Şüheda Kuyusu”). Burada 855 (1451) tarihli bir mezar taşı dikkat çeker.
Fatih Yedikule Hisarı’na olduğu gibi Rumelihisarı’na da bir cami yaptırıp vakfetmiştir. Uzun süre bir askeri garnizonun barındığı Hisar’ın içine 17. yüzyıldan sonra evler yapılıp mahalle haline gelince mahalle camii işlevini kazanmış ve bu asırlarca böyle devam ettikten sonra bir yangında harap hale gelmiş, minaresinin külah kısmı yanmış, zamanla sadece kaide ve gövdesi ayakta kalmıştır.
Mimarlık tarihçisi Ekrem Hakkı Ayverdi’ye bakılırsa vakfiyesinde “Cuma Mescidi” diye zikredilir ki adı Fatih Camii’dir. Muhasebe defterine göre hatibi, müezzini, kayyımı vardır. Temelleri eski bir sarnıcın içine atılarak zemine kadar yükseltilen caminin “duvarları toprağa kadar mevcud”du. Ne zamana kadar? Fethin 500. yıl kutlamalarının yapıldığı 1953’e…
O yıl kutlama hazırlıkları sırasında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın emriyle temel ve duvarların üzeri taş döşenerek bir sahne yapılmış ve “Yunan trajedilerine lu’biyat (komedi) yeri olmuştur. Bundan daha hazîn bir manzara tasavvur edilemez. Bir gün cami olarak ihyâsı bu milletin kurtuluşuna işâret olacaktır.”
Yıkılan caminin yerine 1956’da mimari proje yarışması açılmış. Kazanan üç mimar (Doğan Tekeli, Sami Sisa ve Metin Hepgüler) temellerinin üzerini kapatarak tiyatro sahnesi ve tribün yapılması teklifinde bulunmuş ve projelerini gerçekleştirmişler. Sonradan tiyatro cazibesini yitirince konser sahnesi olarak yıllarca ‘sallanacak’ olan caminin ruhu ve boynu bükük yadigârı minare yakında asli işlevine dönecek, ihya edilmiş olacak. Birilerini ürkütmüş olsa bile yapılan doğrudur. Camiye camilik yaraşır.
İstanbul camileri denilince ilk akla gelen kaynak olan Ayvansarayî’nin “Hadikatü’l-Cevâmi”sinde cami hakkında şunlar yazılı:
“Hisar Cami-i Şerifi: Hisar’ı yaptıran Ebu’l-Feth Sultan Mehmed Han Gazidir ki İstanbul fethinden bir sene evvel bina edilmiştir. Yapılış tarihine ‘Bünyân-ı Mehemmed Han’ ibaresi tarih düşürülmüştür. Kalenin ortasındaki cami-i şerif Fatih hazretlerinin hayır eserlerindendir ve hademesinin görevleri Ayasofya Cami-i Şerifi vakfına bağlıdır.”
Demek ki, hem Fatih’in İstanbul’daki ilk camisi, hem de hademeleri Ayasofya’dan vazifeli gönderilen bir ibadethane var karşımızda. Fethin 562. yıldönümünün yaklaştığı şu günlerde Ebu’l-Feth Camii’nin ihyası bir yandan Fatih’in emanetine sahip çıkıldığını gösterecek, öbür yandan da Yedikule’deki yetim kardeşinin yanık feryadını işitmemizi sağlayacaktır.

Mustafa Armağan









http://www.zaman.com.tr/mustafa-armagan/rumelihisarindaki-cami-yikilip-yerine-tiyatro-sahnesi-yapilmisti_2293518.html

Bulunduğumuz Mekân

Hz. Bediüzzaman’ın has talebelerinden, bizim de ağabeyimiz merhum tarihçi Ziya Nur Aksun, Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin “İslam Tarihi”ne yazdığı zeylde şimdiki Ortadoğu’yu şöyle vasıflandırmıştır:

‘Bugünkü Ortaşark haritası, hemen hemen ilkçağların haritasına benzemektedir. Eski Sayda ve Sur siteleri yerinde bir İsrail, Finike yerinde bir Lübnan, Asuri Krallığı yerinde bir Suriye, Kartaca yerinde bir Tunus ve Firavun hükümeti yerinde bir Mısır bulunmaktadır. Tabii Hitit hükümeti yerinde de bir Türkiye...” Ortadoğu dünyanın kalbidir. Bu bölgenin halkı Roma, Bizans ve Osmanlı gibi imparatorlukların idaresinde bulunmuşlardır. Bu aynı zamanda jeopolitik bir zaruretti; hem de bölgedeki halklar için alışılagelmiş bir hayat tarzı, hatta bir kolaylıktı. Buradaki devletler, belli bir devletin idaresi altında olsalar, halklar birbirleriyle ticaret yapabilir, coğrafi imkanlardan herkes istifade edebilirdi. Şimdi ise sözkonusu devletler kendilerine yetecek imkana sahip değillerdir. Bakınız bu konuda Toynbee ne diyor: “Bu kifayetsiz devletlerin devamı mümkün görünmemektedir. Eğer nükleer silah dengesi kısmi savaşları imkansız kılmasa idi, dünya bu bölgede, büyük imparatorlukların kuruluş çağına girmiş olacaktı.”


Ağabeyimiz Sezai Karakoç da Ortadoğu’daki küçük devletleri, Anadolu Selçukluların ardından beylik dönemine benzetmektedir. Burada bulunan ahali sıcak bir çatışmada yüksek teknolojiye mensup milletler tarafından tuz buz olurlar. Dolayısıyla buradaki beylikler, küçük devletler, büyük devletlerin, teknolojiye sahip milletlerin himayesini talep ederler; Tabii onları himaye eden büyük devletler de onların iliklerini sömürürler. Bu sadece bugün için yer altı, yer üstü zenginliklerinden dolayı böyle değildir. İtalyan çizmesinden doğan Roma, gücünün doruğuna ulaşmak idealiyle buraya el attı. İmparatorluk hevesine kapılan Fransa, Napolyon’un kumandasında Mısır’a ordu sevk etti. Amerika Birleşik Devletleri, bölgedeki nimetlerden aslan payını almak şartıyla İngilizlerin yanında İkinci Dünya Savaşı’na girdi. Churchill; “Biz Ortadoğu’yu Amerika’ya ödünç olarak verdik.” dedi. İngilizler yeniden ayaklarının üzerinde sağlam durmaya başlayınca burayı ele geçirmenin hesaplarını yapmaktadır.

Doğuyu-batıyı, kuzeyi-güneyi birbirine bağlayan yolların buradan geçmesi, okyanusların burada birbirine kavuşması, Cebeli-Tarık, İstanbul, Çanakkale, Süveyş, Bad’ül-Mendep boğazlarıyla büyük denizlerin burada irtibatlanması Ortadoğu’yu her zaman dünyanın merkezi yapmıştır. Son dönemlerde yer altı zenginliklerinin keşfedilmesi de bölgenin değerini artırmıştır. Belli bir güce kavuşan her devlet buraya ilgi duyuyor, hesaplar yapmaya başlıyor. Mesela iki dünya savaşında da ağır yenilgi alan Almanya, az buçuk milli bütünlüğünü sağladıktan sonra, tekrar tarihi emellerini güncel hale getirmeye başladı; bu da yedi B’dir; Budapeşte, Belgrad, Bükreş, Bosphorus (İstanbul), Bağdat, Basra, Bombay. Buradaki bütün devletleri çaresiz hale getirmek, yer üstü, yer altı zenginliklerini ucuza alıp, insan denizi Uzakdoğu’ya satmak nihai hedefleridir. Sovyet Rusya’nın da derlenip toparlanınca ilk göz diktiği bölge Ortadoğu’dur. Günümüzde Ortadoğu’daki terörist faaliyetleri kimin organize ettiğine ciddi manada kafa yormalıyız. Büyük devletlerin bu işlerde parmağı yok desek buna kargalar gülmez mi?

Üçüncü dünya savaşında hangi silahların kullanılacağına dair soruya Einstein’ın verdiği cevap şaşırtıcıdır: “Üçüncü Dünya Savaşı’nda hangi silahların kullanılacağını bilmem ama Dördüncü Dünya Savaşı’nda ok ve yay kullanılacaktır.” Einstein’ın bu öngörüsünü yakın tarihle birlikte değerlendirirsek bölgesel savaşların çıkabileceğini, buradaki milletleri terör olaylarının sarabileceğini, ama bugünkü emperyalist devletlerin kendi menfaatlerine halel gelmemesi için bu bölgede büyük çaplı bir savaş çıkmasına izin vermeyeceklerini rahatça söyleyebiliriz. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra buradaki denge unsuru olan Osmanlı Devleti ortadan kalktı; ondan sonra olaylara bakalım, bütün sınır değişikliklerinin hep bu terör belasıyla olduğunu görmüyor muyuz? Buradaki milletler bir araya gelseler, aralarında sıkı bir dayanışmaya girseler, yeraltı zenginliklerinin bir kısmıyla fon oluşturup ilmi araştırmalara hız verseler nasıl olur acaba?

 


http://www.zaman.com.tr/mehmet-niyazi/bulundugumuz-mekan_2293716.html

10 Mayıs 2015 Pazar

ULU HAKAN

Bütün Avrupalıların kızıl sultan dediği bir hükümdar vardı: Abdülhamit Han

Pek açıktır ki ona Avrupalıları kızıl sultan demesi bütün Avrupa’yı titretmesindendir. Eğer Avrupa Abdülhamit Han’ı yenseydi bu zaferle iftihar edecekti ve ondan kuvvetli bir insan ve şanlı bir mağlup olarak bahsedilecekti.

O öyle bir hükümdardı ki çökmekte olan bir devleti tam 33 yıl ayakta tutmuştur. Abdülhamit’le kaybettiğimiz değerler, Abdülhamit’le tekrar dünyamıza dönecektir. Avrupalılar büyüklüğünü inkâr ettiler. Fakat hiçbir tarihçi onu tarihten dışarı atamadı. Çünkü o bizzat bir tarihti. Sevenler de sevmeyenler de bu tarihi okumak mecburiyetindedir. Keşke Abdülhamitler bir değil birkaç olsaydı ve Avrupa birkaç kere daha titreseydi, taraflı tarihçiler biraz daha kızıp köpürseydi. Çünkü o gibilerin çoğalmasıyla Osmanlı tarihinin o ezeli ihtişamı üç beş misli genişlerdi ve dünyaya çok yükseklerden bakan Osmanlı bir hayli irtifa kazanmış olurdu.

En doğru hüküm budur. Osmanlı kuvvetine, İslam dehasına yaslanarak yükselen Ulu Hakan aynı kuvveti ve dehayı bütün dünyaya tanıtan büyük rehberlerden biridir. O, Osmanlı birliğini yeniden canlandırmak için dünyayı altüst etti ve yeryüzünde en yüksek, en kudretli millet olma hakkını Osmanlı’ya verdi. Bu şerefe hangi hükümdar imrenmez. Avrupa varsın kinini sayıklasın!


TÜRK TÜRK'Ü İNCİTMEZ

"Biz ki Melik-i Turan, Emir-i Türkistan'ız, biz ki Türk oğlu Türk'üz; biz ki milletlerin en kadimî ve en ulusu Türk'ün başbuğuyuz!"


Güneş ufuktan beliriyor. Güneşin ilk ışıklarıyla gösteriyor kendisini Çubuk ovası. Bulutlar sanki doğunun sevincini batının feryadını haykırıyor. Ovada bir sessizlik, bir durgunluk var. Sanki ‘’Tarih bunu da yazar’’ diyen bir mırıldanma var rüzgârın esişinde. Bir yiğit görünüyor ovanın bir ucunda. Atının şaha kalkışından, attığı okun süzülüşünden, heybetinden anlaşılıyor. Bozkırın üç atlısından biri bu. Hindistan’dan Anadolu’ya İslam’ı duyuran Türk’ün başbuğsu Timur bu. "Gökyüzünde nasıl bir tek tanrı varsa yeryüzünde de bir tek hükümdar olmalı. Tengri, Türk'ü korusun!" diyerek arkasından geliyor ordusu. Bir tarafını dağa verip bekliyor usulca. Ardından bir gürültü kopuyor. Ovanın bir diğer ucundan bir atlı görünüyor, dörtnala koşan bir atlı. Korkusuzca gelişinden, ordusunun tekbir getirişinden anlaşılıyor. Vekili olduğu şanı yüce Peygamber’in adını Balkanlara duyuran Bayezid bu. Dörtnala koşuyor Bayezid’in aslanları, koşuyorlar korkusuzca. İki Türk cihangirini karşılıyor Çubuk ovası. Dünya durmuş sanki yer gök bu savaşı izliyor. Fetvalar okunuyor her iki tarafta. Nihayet bir sessizlik çöküyor ovaya ki bozuyor sessizliği Bayezid’in aslanları. İlk saldırmanın şerefine erişemeyen Timur buna kayıtsız kalmıyor elbette. Sürülüyor önden 32 fil. Mahşer meydanına çevriliyor bir anda Çubuk ovası. Her vuruşta bir Türk ölüyor, öldükçe ölüyor. Allah Allah sesleri yükseliyor tepelere, yükseliyor göklere; yazılıyor tarihe, Çin’in İslam’la şereflenmesini engelleyen, Şehr-i İstanbul’un fethedilmesini 51 yıl geciktiren savaş, Osmanlılarla Timurluların savaşı. Gün geldi bitti savaş, Timur galip, Bayezid esir. Bayezid esaret yıllarında göz yumuyor Osmanlı’ya, göz yumuyor hayata. ‘’Mekânı cennet olsun’’ diyor bütün Türkler hep bir ağızla. Timur ise bundan tam iki yıl sonra Şaban’ın on yedinci, şubat ayının on dördüncü günü Çin sınırlarında, ölüm döşeğinde bir bir geçiyor gözünün önünden hayatı. Hindistan fethedilmez denildi, fethedildi. Anadolu’ya gelinmez denildi, gelindi. Bayezid yenilmez denildi, yenildi. Fakat sonu? Gözyaşlarıyla dökülüyor ağzından o kelime: ‘’Hiç’’. Namağlup hükümdar ölüme karşı koyamamıştı. Tarihe not düşülüyor bir kez daha ‘’ Türk Türk’ü incitmez’’.